16 Nisan 2012 Pazartesi

Portekiz’in İncisi: Lizbon



 Dekoratif süslemelerin olduğu binalar, hayranlık uyandıran çini kaplı mimari yapılar, kenti dolduran müzeler ve anıtların yanında, doğal güzelliklerle de dolu bir okyanus kenti Lizbon. Atlantik Okyanusu sahili üzerinde yükselen başkent, Portekiz’in batı yakasında bulunmakta. Yedi tepe üzerine kurulmuş üç şehirden biri olan kent, eski şehir yapısını ve şehir mimarisiyle ilgilenenler için muhteşem bir zenginlik barındırmakta. Roma, gotik, manuelin, barok, modern ve postmodern tarzı yapılara şehrin birçok yerinde rastlayabilirsiniz. Şehrin içiyle yetinmeyip, civar kasabalara uğramak sizi güzelliklerin başka bir boyutuna taşıyacaktır. Eski şehir Alfama’nın hüzünlü sokakları, Belem’in tarihi yapıları, şehrin birçok yerinde hayat bulan müzeler ve anıtlar; sahil kasabası Cascais ve yeşilin envai tonuna sahip Sintra hayatta mutlaka görülmesi gereken yerlerden.

Lizbon’a varış…
Şehre indiğinizde, ulaşımla ilgili konuyu bir an evvel halletmek isterseniz, “Bilette Turistico” bu konuda size yardımcı olabilir. Havaalanı servisleri dışında tüm ulaşım sistemlerinde geçerli bu biletler size sınırsız ulaşım imkânı sağlıyor. Biz almadık, tercihinize kalmış. Şehre inmek için taksileri veya yirmi dakikada bir hareket eden servisleri kullanabilirsiniz. Şehirde kalacağımız yer epey merkezi, Marques de Pombal Meydanı’ndaki hostelimize yerleşip biraz dinlendikten sonra, ilk akşamımızı geçireceğimiz Alfama’ya doğru yola çıkıyoruz.
“Alfama”…Lizbon’un hüzünlü sokakları…
Alfama, yokuşları bol olmasına rağmen insanı yürümeye davet eden bir yer. Dar sokaklar arasında top oynayan küçük çocuklar görürseniz, siz de onlara katılın, yadırgamadan sizi oyunlarına alacaklardır. İleride içlerinden bir Cristiano Ronaldo’nun daha çıkmayacağını kim bilebilir ki? Tarihi tepe denilen bu yer, Lizbon’un mücevherlerinden. Dik yokuşlarına tırmanırken, geçmişe bir yolculuk yapıyorsunuz adeta. Bu sokakları gezip keşfetmek inanılmaz, hele ki hava kararmaya başlayıp aralık kapılardan fado sesleri yükselmeye başlayınca…
Yavaş yavaş, kendimize bir fado restaurantı aramaya başlıyoruz. Gözümüze kestirdiğimiz restaurantın sahibi çok sıcakkanlı, biraz zaman verirsek bize bir yer ayarlayabileceğini söylüyor. Biraz etrafta dolanıp aynı mekana geri dönüyoruz. Sıcacık ve küçük bir mekan, loş bir ışık, ilgili insanlar… Burası “Restaurante S.Miguel D’Alfama”. Tavsiyeler üzerine balıklarımızı ve şarabımızı seçiyoruz. Tattığımız her şey tam anlamıyla şahane. Bütün gece fado dinleyip, bilmediğimiz bu dilin bize hissettirebildiklerine şaşıyoruz. Portekizlilerin melankolik ruh yapısının ifadesi haline gelen fado, Alfama’nın sokaklarında doğmuş, yolları gözlenen sevgililere duyulan özleme yakılan bir ağıt.
 
“Kavgasını verdiğim, yüreğim kan revan olup vazgeçemediğimsin.
  Tek’sin… Sonsuza dek’sin. Soluk almak, yorulmak, gülümsemeksin…”

Restaurantın sahipleri ve çalışanlarıyla sohbet etme fırsatı buluyoruz. Gerçekten çok sıcakkanlı insanlar, çoğu birbiriyle akraba, aynı zamanda fado söylüyor veya çalıyorlar. Alfama’daki gecemiz için, hayatımda geçirdiğim en orijinal zamanlardan biri diyebilirim.

Santa Justa 
Belem’ e doğru…
Lizbon’ u ayaklarınızın altına sermeyi başaran tarihi Santa Justa Asansörü’ne mutlaka çıkın; yukarı çıkmak için bir süre sırada beklemeniz gerekebilir ama inanın bana karşılaşacağınız manzaraya değecek. Sonrasında şehirde dolaşırken, Rossio Meydanı’ndan, şehrin en kalabalık alışveriş caddesi olan “Rua Augusta” ve “Avenida de Liberdade” (Özgürlük Bulvarı) dan geçebilirsiniz. “Praça do Comercio” dan da geçip sahil şeridine ulaşacaksınız. 

Biz buradan taksiyle Belem bölgesine geçiyoruz. Lizbon’da taksi fiyatları gerçekten çok uygun. Belem’deki ilk adresimiz Padrao dos Descobrimentos(Kaşifler Anıtı). Burası, “Tejo Nehri” kıyısında coğrafi keşifler anısına yapılmış bir anıt. Yürüyerek şehrin önde gelen sembollerinden olan Mosterio dos Jeronimos’a,  UNESCO tarafından dünya miras listesine alınmış manastıra gidiyoruz. Bu mimari, manuelin tarzın en başarılı örneklerinden. Manastırın iki katında deniz müzesi ve arkeoloji müzesi bulunuyor. Burayı gezmeyi bitirdikten sonra planımızın dışına çıkarak Belem Kültür Merkezi’ni keşfediyoruz. Yukarıya çıktığımızda tesadüfen çimlerin üzerinde jazz konseri veren bir grupla ve onları dinleyen insanlarla karşılaşıyoruz.
Padrao dos Descobrimentos
Oldukça keyifli geçen bir zamanın ardından bir sonraki adresimiz olan Torre de Belem(Belem Kalesi)’ne doğru adım adım yaklaşıyoruz. Gotik stilin devamı olan manuelin tarzında olan kale, Portekizli kâşif Vasco de Gama anısına yapılmış, UNESCO tarafından dünya mirasları listesine alınmıştır. Belem’de yapmanız gereken en önemli şeylerden birine geliyor sıra, “Pasteis de Belem”. Belem’in meşhur kremalı tartını tadabileceğiniz pastanenin önü mütemadiyen kalabalık olurmuş, zira biz gittiğimiz zaman da dışarıya kadar uzanan bir kuyruk vardı. Hikayeye göre sadece 3 kişi bu tartın tarifini biliyor ve kimseye de bu tarifi vermek istemiyorlar. Bu meşhur, leziz “Pasteis de Nata” lardan yemeden dönmek istemezsiniz. Belem maceramızı sonlandırıp şehrin merkezine geri dönüyoruz. Aynı geceyi “Bairro Alto” caddesinde geçirmeye karar veriyoruz. Lizbon’un gece kalbinin attığı yer ve gençlerin uğrak noktası olan bu yerin anlamı “Yukarı Mahalle”. Tercihinize göre birçok bar ve kulübü burada bulabilirsiniz. Aynı zamanda, kitapçılar, gravür atölyeleri, resim galerileri ve ikinci el kitapların satıldığı sahafları da burada bulmak mümkün.
Torre de Belem

Sahil kasabası “Cascais”…
Ertesi gün sahil şeridinden bindiğimiz trenle, Cascais’e gidiyoruz. Trende karşımızda oturanlar Portekizli küçük bir kız ve onun annesi. Yol boyu sohbet ettiğimiz bu güzel insanlarla, Cascais’e vardığımızda vedalaşıyoruz. Marinası, plajları, yazlık evleri ve balık lokantalarıyla sizi içine çeken bir yer burası. Yıllar boyu küçük bir balıkçı kasabası olan Cascais, 1807 yılında Fransızların istilasına uğramış. Kral Lui’nin konutunu buraya taşımasıyla, Cacais diğer aristokratlar tarafından da tercih edilmeye başlanmış ve konak benzeri yapılar artmıştır. Cascais’e vardığımızda küçük butikler arasında dolanıp marinaya geliyoruz. Burada bisiklet kiralamanız mümkün. Bisikletleri kiralayıp marinanın üst tarafındaki bisiklet yoluna çıktığımız gibi, tüm Cascais manzarasının keyfini bisiklet sürerek çıkartmaya başlıyoruz. Nasıl güzel bir koyla karşılaştığımıza inanamazsınız. Zamanımız kısıtlı, bisikletleri geri götürmemiz lazım fakat bu suya girmeden geçip gitmek olmaz. Sadece üç dakikalık bir süre içinde denize girip çıkıyorum, hava sıcak olmasına rağmen su dondurucu derecede soğuk ama bir saniye bile pişmanlık duyduğumu hatırlamıyorum; bu güzellikteki bir yerde, böyle güzel bir ânı tekrar bulabileceğimin garantisi yok…
Görmemiz gereken bir yer daha vardı. “Sintra”…

Sintra’ya gittiğinizde hazırlıklı olmanız gereken bir şey var! Tabiri caizse, yeşilden gözünüz kör oksijenden de kafanız iyi olabilir. Portekiz Monarşları’nın uzun bir süre ev sahipliğini yapan Sintra, yeşil tepelere karşı kurulmuş, görkemli tarihi konakların bulunduğu büyüleyici bir şehir. Biraz uzun sürse de, Serra da Estrela Dağı’nın tepelerinden birine kurulmuş Pena Sarayı’na ulaşabilirsiniz. Bir masal diyarını andıran bu büyülü kasaba, sarayları, kalesi, şatoları, parkları, taş sokakları ve yemyeşil doğasıyla kesinlikle görmeniz gereken bir yer. Ve eğer ilgilenirseniz, Sintra’da muhteşem bir oyuncak müzesi var, yani varmış, benim gibi sonradan öğrenip üzülmeyin. Kısıtlı zamanımızın tükendiğini fark edip koşmaya başlıyoruz çünkü Cascais’e giden son otobüse yetişmek zorundayız.
Kasabaya geri döndüğümüzde oturduğumuz restaurantta, futboldan açılan bir muhabbet sayesinde yanımızda oturan Brezilyalı bir çiftle tanışıyoruz, sempatik çift yemekte bize sohbetiyle eşlik ediyor. Brezilyalı futbolcu Alex’e hayranlık duyduklarını ve Fenerbahçe’yi takip ettiklerini de sohbetimiz sırasında öğreniyoruz. Artık dönme vakti geliyor, saat geç oldu ve yorgunluktan ölmek üzereyiz. Trende uyuklayarak hostelimize dönüyoruz ve Lizbon maceramızı böyle sonlandırıyoruz. Olurda gitme fırsatı yakalarsanız, hiç kaçırmayın derim; söylediklerime hak verecek, çok daha fazlasıyla karşılaşacak ve gördüklerinize asla pişman olmayacaksınız.
                                                                                                
                                                                                                 

Bir Kromozom Bin Fark… Kadın olmak.



Şarkılara konu olandır kadın; yalnızlığıyla, güzelliğiyle, mutsuzluğuyla… Seni seviyorum der kadın; nefretiyle, içtenliğiyle, umuduyla. Kimse bilmez ne düşünür o, kimse bilemez aklından geçenleri onun. İnce düşünür, detaycıdır, didikler çoğu zaman. Çok sorar kimi zaman ama yine de her şeyi değil. Söylemek istediklerini saklar kadın, düşündüklerinin hepsini söylerse ne anlamı var. Hüzün gibidir… Ne zaman saracağı belli olmaz, birden gelir, alır götürür, umutsuzluğa atar. Ve üzer, kırar, dağıtır, toplayamaz kimse. Kıskanır delicesine, hırslanır tahmin bile edemezsin ne denli. Küçük bir çocukmuşçasına bekler ilgiyi ve şefkati. Ve sıkılır aniden… Çünkü kırılgan da olsa güçlüdür o, bazen bir erkekten daha güçlü. Sevgilidir kadın, erkeğinin güvendiği, huzur bulduğu, sığındığı, âşık olduğu… Zaman zaman bunaldığı, aldattığı, ayrıldığı… Kardeştir kadın, kızdıran, tahammül edilemez, başını belaya sokan, olmazsa olmaz, en değerlilerinden. Abladır kadın, sana hayatı anlatır; henüz görmediklerinle, arkanı toplar üşenmeden. Dosttur kadın, bazen doğru bazen yanlış. Eştir kadın, evi yuva yapan, hayatını anlamlı kılan. Annedir o, kendinden önce evladını düşünendir, her şeyden sakınandır onu, tüm vaktini bıkmadan usanmadan ona harcayabilen. İşte bunca sıfatı varken kadının, bir şey vardır unutulan. Her şeyden önemlisi insandır kadın, onun kadın hakları değil insan hakları vardır.

Ve tanrı kadını yarattı…
Kucağında dört çocuğun oturabileceği kadar yer, öpüşünde her şeyi iyi edecek bir şey olmalı; çizilmiş bir dizkapağından, kırık bir kalbe kadar. Ve yalnızca iki eli olmalı… Kendi kendini iyileştirebilecek ve günde 17 saat çalışabilecek. O aslında yumuşak ama bir o kadar da sert, nelere katlanabileceğini tahmin bile edemezsiniz. Acısını, dertlerini, hayal kırıklıklarını, yalnızlığını, endişelerini, sevgisini ve gururunu ifade edebilmesi için gözyaşları olacak. Her türlü baskıya dayanıklı olup, sevinci ve sevgiyi de içinde barındıracak. Kızıp haykırmak istediğinde gülümsemekle yetinecek ve mutsuzken şarkılar söyleyecek. Mutlu olduğunda ise ağlayacak. İnandıkları uğruna savaşacak ve eğer daha iyi bir cevap varsa “hayır” ı kabul etmeyecektir ki çoğu zaman daha iyi bir cevap olacak. Olması gerekeni değil, olması gerekenin nasıl yapıldığını önemseyecek; sonunda üzüleceğini bilse de, bazen aradığı tek şey sadece dürüstlük olacaktır.

Ve günümüzde, ekonomik özgürlüğüne sahip artık kadın. Çalışmak ve yükselmek en büyük hedeflerinden. Kendi kazandığını harcamak ve özgürleşmek… İşkolik kadınlar da günden güne artıyor, fakat bu bile kadının yuva kurma istediğine hiçbir zaman mani olmuyor. Kafasında her zaman doğru adamla evlenip iyi bir eş olma planları olan kadın, artık hem çalışıp hem eviyle ilgilenmek zorunda ve bunu başarmakta. Çıtayı biraz daha yükseltip, hayattaki en büyük arzusu olan bebeğini büyütmeye sıra geldiğinde de yine aynı başarıyı gösteriyor kadın, hem de en iyi şekilde. İlgilenmesi gereken bir evi, bir eşi, bir işi ve bir de bebeği var bahsi geçen çalışan kadının. Evet, bütün gün çalışıyor bu kadın; bir eş, bir anne ve kariyer sahibi olarak. Her zaman en iyisini yapmak için çabalıyor. Ha unutmadan, bir de kendine bakıyor, çünkü bütün bunları yaparken güzel görünmek istiyor, güzel görünsün isteniyor kadın. Ve unutulmaması gereken bir nokta daha; kadının her sessizliğinde bir anlam vardır.
                  
                                                                                                           

25 Mart 2012 Pazar

Webception

Media is like a spider web. It is getting wider day by day. Ithas many fractions nowadays. These many kinds of  fractions are like spider web on the media web. it is we 'Inception'.

And we are like spiders that trying to hold on that web. In our country, every person has a goal to success. No doubt, "being popular"is the most popular goal to go. Andy Warhol made criticism about being famous with this expression, "15 minutes of fame". And the media bosses know it very well. They know the necessities on TV screens and work for raising number of people who are addicted to TV screen.

How can they do that?

If we are looking for recent programs in our country, we can see that the producers have no original opinions, they are making people stupid with programs that fulfilled with more entertainment and less logic. This is not only making people stupid, also making people addictive to these programs.

And, what is it for? Rating of course!

The easiest way to getting rating is 'playing on audience`s heartstrings'. Also advertisers do it very well by using people's weakness on this way. The more they keep programs too long, the more they broadcast advertisement too much.

And finally, it does not detect the winner of this game clearly but the loser of this game is obvious:

We are.

9 Şubat 2012 Perşembe

Alel-l-acaib



Konuşmak ne kadar basitti oysa ki...

Kelimeler döküldükçe dökülmüştü, neyse oydu düşünceler. Bildiklerine yeni anlamlar katabiliyor insan, doğrularını değiştirmeden. Konuşmak düşünmeden...İçinden geldiği gibi...Karşısına öyle birini almak ister. Konudan konuya atlamak, saatlerce, garipsemeden. Hep düşündüklerini başkası söylesin, hatta ona tercüman olsun ister bazen.

Döküldükçe birikmişti...

Çok farklıydı konuşurken, bambaşkaydı yüzyüze. Değer veriyor gibi çoğu şeye ama önemsemiyor sonradan. Sevdiği şeyler vardı, yapmak istediği; denemedi bile yapmayı. İstemiyordu belki de yapmayı, belki de sevmiyordu bile...Ha bir de sevmedikleri...Kendi yaptıklarıydı aslında zaman zaman farkında olmadan. Sadece konuşurken mi farkındaydı çoğu şeyin?

Belki de sadece konuşmayı seviyordu...

Konuşurken daha bir seviyordu kendini, karşısındakini, bahsettiklerini. Sözünde durmayı da seviyordu gerçi, öyle söylüyordu. Sözünde durduğunu görmek mutluluk verici olurdu. Unutmuştu sözlerini. O sözler, kendi zihninden çıkmamış da, sadece eline tutuşturulmuş replikler gibi.

Verdiği değeri, harcadığı zamanı kısıyor insan kimi zaman. Fazla buluyor, gerek duymuyor bir süre sonra. Yanlış anlaşılmasından da korkuyor zaman zaman. Sevmem diyen insanın bile sevmekten vazgeçemediği ilgi, soğuk bir rüzgara dönüşüp uzaklara fırlatıyor.

İnsan kimle konuştuğunu unutuyor böyle olunca...

Anlık değişimler, garipsenmeyecek  gibi değil; birdenbire ama hiçbir şey yokmuş gibi. Ve olmamış... Farkında bile değilmiş ve hatta hiç önemsememiş. Durup düşündürüyor..

Büyütülcek bir şey yok, garipsiyorum...
Hoş şeyler aniden sinir bozucu gelmeye başlayınca, her seferinde ilk defa olmuşcasına! garipsiyorum. 

Umursamamak mı en iyisi?

Hem o zaman dert etmiyorsun böyle 'küçük' şeyleri. Farkında olup olmadığı da meçhul, hayır bir şey de söyleyemiyorsunki. ' Ee iyiydi böyle, niye değişti?' Ne saçma! Ya da biraz zaman sonra 'umursamazmış demekki' diyeceksin. Bu kadar çok anlam veremediği şey varken insanın, karşındakinin mutlak denge içerisinde olmasını nasıl beklersin? 



" Ama gene de bir iştir beklemek, bekleyecek bir şeyi olmamaktır korkunç olan."






    

3 Şubat 2012 Cuma

Ayaza Bir Adım

     
                                           
          Hava soğukmuş. Dışarı çıkmadım bugün, üşümedim o yüzden; bütün gün evdeydim, sadece birkaç kez dışarıya baktım. Soğuk gibiydi içeriden bakınca ama üşümedim, hatta camı açtım bir sefer hava almak için, içime çektim ayazı derin derin. Hoşuma gitti soğuk, birkaç dakika camın kenarına ilişip etrafı seyrettim.. Birden ürperdim kapattım camı. Hava soğukmuş. Dışarıya çıkmaya çekindim, ya üşürsem? Zaten üşeniyordum çıkmaya.
      
         Birkaç telefon görüşmesinde havanın soğukluğundan bahsettik dışarıdaki arkadaşlarla, sucuyu gördüm kapıda gün içinde, elleri soğuktan yanmıştı, babam geldi akşam belli ki içine işlemişti soğuk. evet biliyorum hava soğuktu bugün ama ben hissetmedim. Duyduklarım ve gördüklerim yetmedi hissetmek için. Kimi zaman yetinmeye çalıştım onlarla, evet belki de bir şey kaybetmedim ama ya kazanamadıklarım...Kim bilebilir.


        Her zaman bahanelerimiz vardır kaçırdıklarımız için. Onlara sığınmak kötüdür demiyorum hatta çoğu zaman çok daha iyi olabilir. Yetinmeyi bilmek midir bu yoksa fazlasını istemeye korkmak mı? Bir adım atmak ne kadar kolaysa farkında değilken , o adım düşüncelerimize hapsolur bazen. Ya düşüncelerimiz? Sonu olmayan bir denizde durmadan ileriye yüzmek gibi, yorulacağını bilmezmiş gibi. Ama bıkmadan usanmadan yılmadan...İnanmak gerek! Bir adım atmak için. İstemek gerek! Devam edebilmek için. Sabretmek gerek! Gerçekleşsin istiyorsan..Ve farkında olmalısın gerçeklerin, çoğu zaman anlamak gerek. Umursamazsan gerçekleri dağılır isyan edersin. İsyan etmek kolaydır aslında.


       İsyan edebilirim şu anda bir takım şeylere. İsyan ediyorum ulan! böyle olmadı tabi ama edilesi çok şey var. Neden ki? Çünkü biz soğuk havalarda dışarı çıkmaya üşenirken, tabiri caizse göt kesen soğuklarda koşa koşa dışarı çıkmak isteriz ve istemek yeter o an. atarız kendimizi soğuğun ortasına bok varmış gibi. Eee sonra? Sonra çözüm yolları ararız ısınmak için, her şey tıkırında gitmezse sabrımızı kaybederiz, farkında olmayız ve bizi zorla atmışlar gibi basarız isyan çığlığını. Halbuki soğuk havanın farkındalığını yitirmeden şöyle bir dolaşıp dönsek, sonra sabretsek, beklesek havanın biraz ısınmasını. Soğuğu hissetmemek değil bu ama bir hiç uğruna iliklerime işlemesini de istemiyorum. Dışarıdayım havayı hissetmek için, bir kaç adım atıyorum istediğim için, gerçekten. Her zaman gerçekten isteyip istemediğini anlayamıyor insan. Hazır  istiyorken biraz soğuğu hak etmiş sayılırım; üşüdüğüm için pişman da olmayacağım, ama farkındayım, bu yüzden soğuktan da donmayacağım. Sadece koşa koşa dönmek istemiyorum. Ellerimi cebimden çıkarmasam da buz kesen ellerimi ısıtmak zaman alabiliyor.