Lizbon’a varış…
Şehre indiğinizde, ulaşımla ilgili
konuyu bir an evvel halletmek isterseniz, “Bilette Turistico” bu konuda size yardımcı
olabilir. Havaalanı servisleri dışında tüm ulaşım sistemlerinde geçerli bu biletler
size sınırsız ulaşım imkânı sağlıyor. Biz almadık, tercihinize kalmış. Şehre
inmek için taksileri veya yirmi dakikada bir hareket eden servisleri
kullanabilirsiniz. Şehirde kalacağımız yer epey merkezi, Marques de Pombal
Meydanı’ndaki hostelimize yerleşip biraz dinlendikten sonra, ilk akşamımızı
geçireceğimiz Alfama’ya doğru yola çıkıyoruz.
“Alfama”…Lizbon’un hüzünlü sokakları…
Alfama, yokuşları bol olmasına
rağmen insanı yürümeye davet eden bir yer. Dar sokaklar arasında top oynayan
küçük çocuklar görürseniz, siz de onlara katılın, yadırgamadan sizi oyunlarına
alacaklardır. İleride içlerinden bir Cristiano Ronaldo’nun daha çıkmayacağını
kim bilebilir ki? Tarihi tepe denilen bu yer, Lizbon’un mücevherlerinden. Dik
yokuşlarına tırmanırken, geçmişe bir yolculuk yapıyorsunuz adeta. Bu sokakları
gezip keşfetmek inanılmaz, hele ki hava kararmaya başlayıp aralık kapılardan
fado sesleri yükselmeye başlayınca…
Yavaş yavaş, kendimize bir fado
restaurantı aramaya başlıyoruz. Gözümüze kestirdiğimiz restaurantın sahibi çok
sıcakkanlı, biraz zaman verirsek bize bir yer ayarlayabileceğini söylüyor.
Biraz etrafta dolanıp aynı mekana geri dönüyoruz. Sıcacık ve küçük bir mekan,
loş bir ışık, ilgili insanlar… Burası “Restaurante S.Miguel D’Alfama”.
Tavsiyeler üzerine balıklarımızı ve şarabımızı seçiyoruz. Tattığımız her şey
tam anlamıyla şahane. Bütün gece fado dinleyip, bilmediğimiz bu dilin bize
hissettirebildiklerine şaşıyoruz. Portekizlilerin melankolik ruh yapısının
ifadesi haline gelen fado, Alfama’nın sokaklarında doğmuş, yolları gözlenen
sevgililere duyulan özleme yakılan bir ağıt.
“Kavgasını verdiğim, yüreğim kan revan olup
vazgeçemediğimsin.
Tek’sin… Sonsuza dek’sin. Soluk almak, yorulmak, gülümsemeksin…”
Restaurantın sahipleri ve
çalışanlarıyla sohbet etme fırsatı buluyoruz. Gerçekten çok sıcakkanlı
insanlar, çoğu birbiriyle akraba, aynı zamanda fado söylüyor veya çalıyorlar.
Alfama’daki gecemiz için, hayatımda geçirdiğim en orijinal zamanlardan biri diyebilirim.
Santa Justa |
Belem’ e doğru…
Lizbon’ u ayaklarınızın altına
sermeyi başaran tarihi Santa Justa Asansörü’ne mutlaka çıkın; yukarı çıkmak
için bir süre sırada beklemeniz gerekebilir ama inanın bana karşılaşacağınız
manzaraya değecek. Sonrasında şehirde dolaşırken, Rossio Meydanı’ndan, şehrin
en kalabalık alışveriş caddesi olan “Rua Augusta” ve “Avenida de Liberdade”
(Özgürlük Bulvarı) dan geçebilirsiniz. “Praça do Comercio” dan da geçip sahil
şeridine ulaşacaksınız.
Biz buradan taksiyle Belem bölgesine geçiyoruz.
Lizbon’da taksi fiyatları gerçekten çok uygun. Belem’deki ilk adresimiz Padrao dos Descobrimentos(Kaşifler Anıtı). Burası,
“Tejo Nehri” kıyısında coğrafi keşifler anısına yapılmış bir anıt. Yürüyerek
şehrin önde gelen sembollerinden olan Mosterio
dos Jeronimos’a, UNESCO tarafından
dünya miras listesine alınmış manastıra gidiyoruz. Bu mimari, manuelin tarzın
en başarılı örneklerinden. Manastırın iki katında deniz müzesi ve arkeoloji
müzesi bulunuyor. Burayı gezmeyi bitirdikten sonra planımızın dışına çıkarak Belem
Kültür Merkezi’ni keşfediyoruz. Yukarıya çıktığımızda tesadüfen çimlerin
üzerinde jazz konseri veren bir grupla ve onları dinleyen insanlarla
karşılaşıyoruz.
Padrao dos Descobrimentos |
Oldukça keyifli geçen bir zamanın ardından bir sonraki
adresimiz olan Torre de Belem(Belem
Kalesi)’ne doğru adım adım yaklaşıyoruz. Gotik stilin devamı olan manuelin
tarzında olan kale, Portekizli kâşif Vasco de Gama anısına yapılmış, UNESCO
tarafından dünya mirasları listesine alınmıştır. Belem’de yapmanız gereken en
önemli şeylerden birine geliyor sıra, “Pasteis de Belem”. Belem’in meşhur
kremalı tartını tadabileceğiniz pastanenin önü mütemadiyen kalabalık olurmuş,
zira biz gittiğimiz zaman da dışarıya kadar uzanan bir kuyruk vardı. Hikayeye göre
sadece 3 kişi bu tartın tarifini biliyor ve kimseye de bu tarifi vermek
istemiyorlar. Bu meşhur, leziz “Pasteis de Nata” lardan yemeden dönmek
istemezsiniz. Belem maceramızı sonlandırıp şehrin merkezine geri dönüyoruz.
Aynı geceyi “Bairro Alto” caddesinde geçirmeye karar veriyoruz. Lizbon’un gece
kalbinin attığı yer ve gençlerin uğrak noktası olan bu yerin anlamı “Yukarı
Mahalle”. Tercihinize göre birçok bar ve kulübü burada bulabilirsiniz. Aynı
zamanda, kitapçılar, gravür atölyeleri, resim galerileri ve ikinci el
kitapların satıldığı sahafları da burada bulmak mümkün.
Torre de Belem |
Sahil kasabası “Cascais”…
Ertesi gün sahil şeridinden
bindiğimiz trenle, Cascais’e gidiyoruz. Trende karşımızda oturanlar Portekizli
küçük bir kız ve onun annesi. Yol boyu sohbet ettiğimiz bu güzel insanlarla,
Cascais’e vardığımızda vedalaşıyoruz. Marinası, plajları, yazlık evleri ve
balık lokantalarıyla sizi içine çeken bir yer burası. Yıllar boyu küçük bir
balıkçı kasabası olan Cascais, 1807 yılında Fransızların istilasına uğramış.
Kral Lui’nin konutunu buraya taşımasıyla, Cacais diğer aristokratlar tarafından
da tercih edilmeye başlanmış ve konak benzeri yapılar artmıştır. Cascais’e
vardığımızda küçük butikler arasında dolanıp marinaya geliyoruz. Burada
bisiklet kiralamanız mümkün. Bisikletleri kiralayıp marinanın üst tarafındaki
bisiklet yoluna çıktığımız gibi, tüm Cascais manzarasının keyfini bisiklet
sürerek çıkartmaya başlıyoruz. Nasıl güzel bir koyla karşılaştığımıza
inanamazsınız. Zamanımız kısıtlı, bisikletleri geri götürmemiz lazım fakat bu
suya girmeden geçip gitmek olmaz. Sadece üç dakikalık bir süre içinde denize
girip çıkıyorum, hava sıcak olmasına rağmen su dondurucu derecede soğuk ama bir
saniye bile pişmanlık duyduğumu hatırlamıyorum; bu güzellikteki bir yerde,
böyle güzel bir ânı tekrar bulabileceğimin garantisi yok…
Görmemiz gereken bir yer daha vardı. “Sintra”…
Sintra’ya gittiğinizde hazırlıklı
olmanız gereken bir şey var! Tabiri caizse, yeşilden gözünüz kör oksijenden de
kafanız iyi olabilir. Portekiz Monarşları’nın uzun bir süre ev sahipliğini
yapan Sintra, yeşil tepelere karşı kurulmuş, görkemli tarihi konakların
bulunduğu büyüleyici bir şehir. Biraz uzun sürse de, Serra da Estrela Dağı’nın
tepelerinden birine kurulmuş Pena Sarayı’na ulaşabilirsiniz. Bir masal diyarını
andıran bu büyülü kasaba, sarayları, kalesi, şatoları, parkları, taş sokakları
ve yemyeşil doğasıyla kesinlikle görmeniz gereken bir yer. Ve eğer
ilgilenirseniz, Sintra’da muhteşem bir oyuncak müzesi var, yani varmış, benim
gibi sonradan öğrenip üzülmeyin. Kısıtlı zamanımızın tükendiğini fark edip
koşmaya başlıyoruz çünkü Cascais’e giden son otobüse yetişmek zorundayız.
Kasabaya geri döndüğümüzde
oturduğumuz restaurantta, futboldan açılan bir muhabbet sayesinde yanımızda
oturan Brezilyalı bir çiftle tanışıyoruz, sempatik çift yemekte bize sohbetiyle
eşlik ediyor. Brezilyalı futbolcu Alex’e hayranlık duyduklarını ve
Fenerbahçe’yi takip ettiklerini de sohbetimiz sırasında öğreniyoruz. Artık
dönme vakti geliyor, saat geç oldu ve yorgunluktan ölmek üzereyiz. Trende
uyuklayarak hostelimize dönüyoruz ve Lizbon maceramızı böyle sonlandırıyoruz.
Olurda gitme fırsatı yakalarsanız, hiç kaçırmayın derim; söylediklerime hak
verecek, çok daha fazlasıyla karşılaşacak ve gördüklerinize asla pişman olmayacaksınız.